9 Ağustos 2014 Cumartesi

2003 yılında AB ile kültürel yatkınlığımız hakkında düşündüklerim...

AB YE GİDEN YOL VERİMDEN GEÇİYOR… KÜLTÜRÜMÜZ BUNA UYGUN MU?
Atalarımız Orta Asya bozkırlarında göçebe olarak yaşarlardı. At-avrat-pusat üzerine kuruluydu hayatları. Zenginlik, fetihlerden geliyordu. Bir bölgede kaynaklar kuruyunca diğerine göç ediliyordu. En önemli sosyal motif kahramanlıktı, dini inanç belirsizdi ama şaman hakimdi.

Anadolu'ya geldiğimizde kavim ayrımı olmaksızın nispeten daha yerleşik bir düzene doğru geçiş başladı. Geldiğimiz yer boş değildi, yaşayanların kurulu bir düzeni zaten vardı. Orta Asyanın düzeniyle kıyaslandığında Bizans denetimindeki Anadolu bugünkü Batının düzeniydi. Ancak tek ve büyük bir devlet olarak kalmayı, alışık olmadığımızdan olsa gerek, başaramadık. Selçukludan beylikler dönemine geçildi. Takım oyunu yerine bireysel kahramanlıklar ön plana çıktı. Dini inanç olarak her ikisi de semavi kökenli olarak Batıda Hristiyanlık ve Doğuda İslam belirginlik kazandı.

Osmanlıya geçişle birlikte biraz daha Batılı olduk. Bursa civarı Orta Asyaya göre en batı uç noktamızdı, komşumuz batılı bir devlet olan Bizanstı. Artık fetih için zenginleşmek yerine daha ulvi bir amaç olarak İslamı yaymak gerekçe olmuştu. Avrupada ilerledikçe bir yandan görerek, bir yandan devşirerek, bir yandan evlenerek günden güne biraz daha Avrupalı olduk. Kardeşlerimizle takım olmaktansa onları öldürmeyi bu dönemde öğrendik. Türke kahramanlık yaraştığı için biz hep asker kaldık, sanatkarlık nüfüzumuzda himaye edip zenginleşmelerine ön ayak olduğumuz azınlıklara kaldı. İmparatorluğun esası olan bizler cihatta ölürken ailelerimiz yoksullaştı, devletimiz tükendi ve daha sonra bizim zenginleştirdiğimiz kendi tebamızdan borç almaya başladık. Onlardan ve Avrupadan bilim, sanat öğrenmeye istekli olduk çünkü aradığımız ve ihtiyaç duyduğumuz şey bizde yoktu, onlarda vardı. Medeniyetlerine hayranlık duyduk. Önlerindeyken, arkalarına düşmüştük ve hatta ciddi bir farkın doğmasına seyirci kalmıştık.

O dönemlerde Avrupda önce reform, sonra rönesans, daha sonra da sanayi devrimi peşpeşe geldi. Reformla; dini devletten ayırarak fertlerin vicdan ve akılları hür bırakıldı, bilim yükselişe geçti. Rönesans; estetik zevkleri ve yeni ahlak anlayışı ile medeni ve şehirli hayata geçişi hızlandırdı. Sanayi Devrimiyle birlikte tarımdan sanayi toplumuna geçildi, daha ekonomik şartlarla bir çok ürün topluma sunularak refah düzeyinde artış sağlandı. Eskiden fetihler hep batıya doğruydu, bizler gibi Avrupalılar da sömürgeci olarak daha batıya gidiyor ve zenginliği kıtaya taşıyorlardı. Çeşitli savaşlar, buhranlar yaşandı ama değişim yine de gerçekleşti.

Bizim toplumumuzda reformun karşılığı laiklik olarak ele alınırsa Cumhuriyet rejimi gibi oldukça yakın bir geçmişten söz edildiği anlaşılacaktır. Rönesansın karşılığını Osmanlının tanzimat döneminden Atatürk devrimlerine kadar uzanan bir süreç olarak görebiliriz. Özel sektörde sermaye birikimi olmadığı ve nitelikli işgücünün yokluğu dikkate alınarak devlet güdümünde sanayileşme de Cumhuriyetimizin yine o ilk yıllarına rastlar. Başka bir ifadeyle Batıda yüzyıllara yayılarak sindirilen bir "ergenlik dönemi", bizde olanca hazırlıksızlığımızla birlikte 80 yıla sığdırılmaya çalışılmıştır.

Dini açıdan bakıldığında İslam “komşusu açken tok yatan bizden değildir” yargısıyla örtülü olarak tembel ama yardım kabul etmeye hazır, ihtiyaçlarının başkaları tarafından giderilmesini normal karşılayan, üstelik bu şekilde yardım etmeyi enayilik / kötülük olarak değil dini bir akide olarak değerlendiren bir nüfusu oluşturmuştur. Büyüyüp çocuk sahibi olduğumuzda dahi, sıkışınca hala annelerimizi çağıran bizler bu nüfusun bireyleriyiz. “Bir lokma, bir hırka” anlayışı daha iyisi için uğraşmaya gerek duymayan, elindekilerle yetinen, yarın daha iyisi gerekince yardım göreceğini bilen bir topluma yol açmıştır. Bu yardım olmadığında da toplum olarak “Türke Türkten başka dost yok” diye feryat ederiz.

Sosyolojik açıdan bakıldığında, takım oyununa alışık olmayan bizler daha küçük organizasyonlar olan ağalık düzeninde yaşardık. Tarlalar, evler ve geleceğimiz ağaya aitti. Kararları ağa verir, adaleti ve düzeni ağa sağlardı, ihtiyaçlarımızı ağa gözetirdi. Daha sonra şehirlere göç etmeye başladık. Bir gece köylü yatıp, sabaha şehirli uyandık. Ağanın yerini Müdür Bey, tarlanın yerini fabrika aldı. Düzen zaten vardı, zaten zil sesiyle çalışıyor, zil sesiyle acıkıyor, zil sesiyle çay içiyor, zil sesiyle paydos ediyorduk. Güvensizlik hissi ve aidiyet yada teslimiyet ihtiyacı bize sendikaları getirdi. Öğrenmeye açtık. Gençlerimiz Batıdaki okullara eğitime gittiler, bazıları da geri dönmediler bile… Batıdan teknoloji ithal ederek, Batıya borçlanarak üretim tesisleri açmaya çalıştık.

Uluslararası ilişkiler açısından bakıldığında, genel kabul gören Adam Smith “Ulusların Zenginliği” eseri doğrultusunda biz emek yoğun bir ülkeydik ve emek yoğun olarak sanayileşmemiz uygun olurdu. Böylece biz Batının eskiyen teknolojilerini ithal ederek Batıyla aramızdaki faz farkını 15 yıllara kadar çıkarmaya katkıda bulunduk. Fasonculuğu öğrendik, üstelik sevdik. Rekabet bize göre değildi, biz kimdik ki?!

Kültürel açıdan bakınca, 25/07/04, Hürriyet, Ercan Kumcu’nun ifadesiyle “rekabetin kültür boyutu vardır”. İçinden geçtiğimiz dönemde biz her şeyi öğretmenine soran öğrencilerdik, nasıl öğretmenimizle yarışabilirdik ki?? Üstelik Ercan Kumcu “Doğuda rekabet güçlünün zayıfı ezmesi olarak görülür”derken bizim kültür ve din yapımıza hoş bir dokundurma yapmaktadır. Doğu kavramına elbette birbirlerine hem benzeyen hem de benzemeyen İran, Pakistan, Hindistan, Çin gibi kültürler de dahildir. Doğulu kültürde adalet “Yoksullukta eşitlik” tir. Bu noktada sol görüşlerle bir benzerlik doğmaktadır. Herkese önceden planlanmış ve aynı olan hayat seviyesini, rekabeti göz ardı ederek sağlamaya çalışan Rusya dahi sonunda iflas etmiştir. Ancak üretimden gelen zenginlik kalıcıdır. Ercan Kumcu’nun “Batıda rekabet zayıfın güçlendirilmesinin bir yoludur” yorumu bizi Batılı adalet anlayışına götürür: “Varlıkta eşitlik”. Bunun için “eğer komşum yapabiliyorsa bana yardım etsin” yerine “o yapabiliyorsa ben de yapabilmeliyim, eksiklerimi gidermeliyim” anlayışı ön plana çıkar. Aslında İslami kültürde bu esneklik vardır ama pek fazla vurgulanmamaktadır. Tevekkül, ancak elinden gelen herşey yapıldıysa gerisini Allah’a bırakmak anlamındadır. 1995 yılında Uruguay Antlaşmasıyla getirilen kotalar sanılanın aksine serbest ticaretin ruhuna aykırı düzenlemeler değil, on yıl zarfında zayıfların güçlenebilmesi için tanınan fırsatlardır! Ne acıdır ki, Türkiye bu on yıllık süreyi neredeyse hiç değerlendirememiştir….

Yine Kasım 2004, Hürriyet, Cüneyt Ülsever haftalarca devam eden yazı dizisinde “Batı insanının çok(lu) doğrulu düşünce haritası ile Doğu insanının tek doğrulu düşünce haritasını” kıyaslamaktadır. Herkesin kazanabileceği bir oyun kavramı Batıda anlaşılabilir bir durumken, Doğuda genellikle kazan-kaybet kavramı daha kolay anlaşılır. Laiklik çok doğrulu düşüncenin bir ürünüdür ama Türkiye hariç İslam dünyasında henüz kabul görmemiştir.
Doğru liderle ve doğru stratejiyle kısa zamanda radikal değişimler yapmaya, devrim yapmaya bizim kültürümüz ve geleneğimiz uygundur. Geçmişte bunu Mustafa Kemal Atatürk dönemindeki uyum kabiliyetiyle ispatlamıştır. Üç ayrı askeri darbeye ve bunlardan sonraki sivil hayata da onar yıllık dilimler halinde yine bu toplum ayak uydurmuştur!

Demografik yapı itibariyle Avrupa yaşlı bir kıtadır (nüfusun %70 i 50 yaş ve üzeridir), Türkiye ise genç bir ülkedir (nüfusun %70 i 35 yaş ve altıdır). Ekonomimiz neredeyse tamamen uyumlu hale gelmiştir, Avrupa’nın altıncı büyük ekonomisine sahibiz. Sayın Ahmet Nazif Zorlu’nun dediği gibi “Avrupa bizsiz, biz Avrupasız artık olamayız.”
AB ye girişte konu edilen Kopenhag Kriterlerinde üç temel madde vardır:
  • Tam Demokrasi
  • AB Mevzuatına Uyum
  • Avrupa Rekabetine Dayanıklılık
Maalesef bu son maddenin üzerinde hiç durulmamaktadır ve artık son düzlüğe girerken sadece ayakta kalabilmek için değil, AB ye girebilmek için de rekabetçi ve verimli olmalıyız. Sadece iş dünyasında değil, tarımdan eğitime, trafikten aile düzenimize, kışladan camiye kadar her alanda bu bir hayat tarzıdır. Bu yolda ilerlerken kültürel farklılıklarımızı dikkatle anlamalı ve bunlara üzülüp hayıflanmak yerine bunları en uygun şekilde kullanmayı öğrenmeli ve becermeliyiz.

Orta dereceli okullardan başlayacak verim ve rekabet bilinci eğitimini iş dünyasında işveren - işçi - devlet olarak devam ettirmeliyiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder