23 Eylül 2015 Çarşamba

Open letter to Daniel Quinn

Dear Daniel Quinn,


I have realized certain similarities with Theory of Constraints by Eliyahu M. Goldratt. Logical connections and Socratic way are his landmarks in his books. Your explanation of Restricted Competency Law is very similar to a constrainted sytem view. Your saying about "Vision is actually flow" is exactly the core principle of new paradigm, World of Flow, Throughput World. You are saying that our diciplines of sciences are quite apart, localized that they cannot reveal the truth of human history. This is a usual reflection of old paradigm; we keep disassemble everything to understand better, to manage better to an extent that we lost the idea of Big Picture.. Today humaity has a constrait which is clean environment for sustainability.

I have 4 main headings about your message: Unfair, disagree, inform, paradigm. Let me elobarate shortly.

UNFAIR: Humans destroyed the world. They have exhausted it. But let us remember that everything started in Middle East and Europe (Old World). Unfortunately this has been done heavily by Western cultures, especialy in Merkantalism Era by Portugese, Spanish, English, French conquerers. It has been followed by industrial revolutions. Today we have reached a point to face with bare reality. Now western developed countries are demanding Eastern developing countries to contribute all the efforts to save the world with equal terms like them. This is unfair. Developed countries must not only lead these activities but also finance them significantly.

DISAGREE:  I believe Islam is slighltly contradicting with your thesis. It has its roots in Sami tribe, meaning Shepard Habil, meaning their ancestor is Ishmael! Arabs were living in an almost non-arable land and dealing with animals, trade and close to Hunter-Gatherere culture, as you named  Leavers. Frankly speaking Islam is in harmony with science, Mohammed was illiterate and the first word of Lord was "Read!". Lord says "Scientist would understand me better, Look around, don't you realize what I have created for you to habitat?, ..." in Quaran. Unfortunately Islam was not well understood by Islamic societies and hence after the very early years of Islam it has gone darkness while western cultures are starting to glow.. You mean that Lord is difficult to comprehend or not very good at explaining himself. I disagree, like your B, Lord was also suffering to maintain a continuous audience. He was trying to establish a base like your B. Please recall that there are several prophets but none of them was assigned to the same tribe, everytime it was different to spread the wisdom.

INFORM: You were mentioning Stonehedge, UK as the oldest archeologic finding. Actually Göbeklitepe, Urfa, Turkey is the oldest one in the world. It is 7,000 years before the Stonehedge and it is also a Temple! Göbeklitepe is the end of famous Abraham's Path (religious walking path) from Jerusalem. Abraham was the father of Ishak (Moses and Jesus) and Ishmael (Mohammed). Abraham was the beginning of the Unique Lord idea. Please see the similarities between Hebrew, Arami, Suryani, Arabic languages, way of life, clothing,... In Göbeklitepe you could see a single tree in a very wide land, a single hill in a very wide and flat area, solid rocks which you could not find within 2kilometers distance and a drawing under the tree showing a woman who was giving birth to a baby... Remember humans are Hunter-Gatherer in that time. In Quaran Lord says he keep telling the same message from the beginning. It might be the reason for the figures showing in Islamic praying scene...  https://en.wikipedia.org/wiki/G%C3%B6bekli_Tepe

PARADIGM: You have mentioned Agricultural Revolution as a paradigm shift. I will point out some others like First Industrial Revolution , Second Industrial Revolution, Digital Revolution and finally Sustainability Revolution. all these revolutions influenced business life as well. We have moved from local, additive, cost world, old paradigm to chaotic, unpredictibale, global, throughput world, new paradigm. As you have emphasized I strongly believe that natural selection and evolution has not ended and valid for humans too. My guess it will be effective in business life this time...  

22 Eylül 2015 Salı

amazon review: The Story of B / Daniel Quin / 1996

The Story of B
The Story of B
by Daniel Quinn

4.0 out of 5 stars Earth is our home, not our resource. Responsibility belongs to past performance of countries...,            
The book is very close to POSITIVISM (addicted to science). The core message is identical to Ishmael, "save the World or else there will be no Earth anymore". I disagree to his view to Islam, I believe he has not researched enough to judge a religion. It might be the same for Judaism and Christianism as well. His objection is against institutions of religious, not religion itself.

I see similar approaches in Entropy by Jeremy Rifkin and current environmental activities and awareness. Unfortunately western countries have exhausted most of the earth's resources already but charging the cost to other countries now. They are, in my eyes, unfair to demand the cost of preserving environment from other countries.

B nin Hikayesi / Daniel Quinn / 1996 / kitap özeti ve yorum



B' nin Hikâyesi / Daniel Quinn / 1996 kitabın özet ve yorumudur. Kendi yorumlarımı italik dizdim.
 
Bazen anlatılanların doğru olması ama bunu daha önce fark etmemiş olmamız hoşumuza gitmez. Bazen açık seçik, ayan beyanın anlatılması sıkıcı olacağına ilginç gelir.
 
Eski zamanlarda A harfi "zina" yapanları markalamak için kullanılırmış. B harfiyse "dine küfredenleri" markalamak içinmiş. İşte bu yüzden kitabın adı B' nin hikâyesi.
 
Öğretiler iki gruba ayrılıyor: Birincisi halka açık olanlar, kolay, acemilere uygun olanlar. İkincisi istisnai öğrenciler için, açıklaması zor, derinlik içerenler. Bir öğretiyi tamamen verebilmek için önce zemin hazırlamak gerekiyor, halka açık ve kolay kısmı bitirmek.. Sonra da zor olanı aktarmak ama bunun için aynı dinleyicilerin her oturuma katılmasını sağlamak gerekiyor. Bu da paradigma değiştirmeyi zorlaştırıyor, her seferinde en başından almak gerekiyor, bu da devam eden dinleyiciyi sıkıyor, görünüp kaybolanlarla da zemin bir türlü hazırlanamıyor.
 
Dünyayı zihniyeti değişenler kurtaracak, ellerinde yeni programlar olan eski zihniyetliler değil. Einstein "sorunlar, bu sorunları yaratan bilinç düzeyinde çözülemez" derken bunu vurguluyordu. Zihniyet = Görüş, görüş akan bir nehirdir, programlarsa akışı engellemek için nehir yatağına kurulan setler. Sanayi Devrimi akan bir nehirdi, gerçekleşmesi için bir programa ihtiyacı yoktu. Kültürümüz bize sürekli acı çeksek bile görüşümüze sadık kalmamızı öğütler. Bu yüzden geç saatlere kadar çalışırız ama yine de olağanüstü iş sonuçları alamayız, ailemizle yeterince zaman geçiremeyiz, yatarken bile göz ucuyla epostalarımıza bakarız, bunu kader olarak benimseriz, çekeriz..
 
Bugünkü zihniyetimizle yaratılan nehir felakete doğru akıyor (eski paradigma), bu nehrin yatağını değiştirebilirsek (yeni paradigmaya değişebilirsek) eskiden hazırlanan setlere, yani programlara gerek kalmayacaktır.
 
Tarım Devrimi acaba gerçekten hayatı kolaylaştırmış mıydı? MÖ 10,000 yılından beri bu devrimin etkisinde yaşıyoruz. Daha önceki 3,000,000 yıllık dönemde insan türü yine vardı, avcı-toplayıcıydı, bu kadar stresli değildi, kanunlar yoktu, devletler yoktu, ezen-ezilen, efendi-köle, yöneten-yönetilen vs sınıflar yoktu.. Daha önce de farklı kültürler vardı, birbirlerinden haberdar olsalar bile birbirlerini değiştirmeye zorlamamışlardı. Neden Tarım Devrimi insan türü için en iyi çözüm olsundu? Neden bu tarz yaşam tüm komşu kültürlere dayatıldı? (Çiftçi Kabil, kardeşi Çoban Habil'i bu uğurda öldürmüştü) Evrim "tek doğru türe" yönelik değildir. İnsan türü de doğal seleksiyona tabidir, evrim bitmemiştir.
 
Tarım Devrimi, yiyecekle ilgili değildir, güçle ilgilidir. Dayatma da buradan gelir. Maymunla yapılan bir deneyde beynine zayıf bir elektrik sinyali veren tesisat hayvanın ulaşabileceği bir yere koyulmuştu. Sinyal, maymunun haz duymasını sağlayacaktı. Maymun tesadüfen düğmeye basmakla, haz duymak arasındaki ilişkiyi kavradı. Daha sonra yemekten, uykudan,... vazgeçerek sürekli düğmeye basmaya başladı. Araştırmacılar müdahale etmeseydi maymun "zevkten ölecekti". Tarım Devrimiyle kültürümüzün içinde olduğu durum işte budur. Elde ettiğimiz güce bağımlı olduk, dünyayı tüketiyoruz...
 
Bir başka öyküde üşüyen bir kral var, bilim adamları bunun diyetiyle ilgili olduğunu düşünüyor, büyük bütçelerle ciddi araştırmalar, türlü denemeler yapılıyor ama bir türlü sorun çözülmüyor. Bir gün birisi çıkıp, kralın çıplak olduğunu ve giyinmesi halinde üşümeyeceğini söylüyor. Bilim adamları açıklamanın basitliğini yadırgıyorlar, büyük bir kongre düzenliyorlar. Böylesine büyük bir sorunun (kralın üşümesi) çözümünün bu denli basit (üstüne bir şeyler giymesi) olamayacağını söylüyorlar, bunu söyleyen adam itibarını yitiriyor, diyet araştırmalarına geri dönülüyor. Kültürümüz yaklaşan tehlike, olası çözüm alternatifi hakkında işte bu kadar önyargılıdır.
 
 İsa peygamber ruhları kurtarmak için gelmişti. B, dünyayı kurtarmak istiyordu.
 
Semavi dinlerin tanrısı anlaşılmaz bir Tanrıdır. Yahudilerle yüzyıllarca konuşmuş ama kendini anlatamamıştır. Sonunda tek oğlunu (İsa) gönderir ama onunla da başarı sağlayamaz. En son Muhammed ile denedi ama yine olmadı. Yüzyıllar süren deneyimin özeti "kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma" öğretisiydi, gerçekten hepsi bu muydu? Evrenin gerçek tanrıları evreni yaratanlardı (yazar Pozitivizm olarak bilinen bilime düşkünlük fikrini benimsiyor).  Semavi dinlerin bilimle arası yoktur, herhangi bir uyumsuzluk riskini göze alamazlar (İslamda "beni en iyi alimler anlar", ilk ayet "oku", "ilim çinde olsa gidip alınız" hadisi, "hayatta en hakiki mürşit ilimdir" Hz.Ali,... örnekler çoğaltılabilir, bilime karşıt bir tavır yoktur, yazar Yahudidir, İslamı yeterince tanımadığını düşünüyorum).  Semavi dinler insanı kusurlu kabul eder ve ölümle gelecek bireysel kurtuluşu özendirirler (İslamda Allah, kulunda suretini yaratmıştır, sureti kusurlu değildir, olamaz, her bir kulu cüzi iradesiyle kendi seçimlerini yaşar ve bireysel kurtuluşunu gerçekleştirir; kurtuluş ille de cennetle son bulmayabilir, cehennem de bir seçenektir. Hristiyanlıkta, Musevilikte herkese cennet kurtuluşu vaad edilir.)
 
Tarım Devriminin insan türünün üzerindeki kültürel etkisini anlamak için arkeoloji, tarih, antropoloji, biyoloji, sosyoloji gibi farklı disiplinlerin birlikte değerlendirilmesi gerekir. Bu eski paradigmanın lokal bakış açısında pek olası değildir. Herkes kendi işini yapar. (Aslında lokal yerine global bakışı koyan yeni paradigma bu uyanışı kendiliğinden sağlar ama kitlelere anlatılması için topyekün bir çaba gerekir).
 
Her yaşam topluluktan alınan bir borçtur ve bu borç ölümle geri ödenir. Hiç bir şey bundan muaf değildir. Beslenen her şey mutlaka besleyecektir ya da öldüğünde topluluğuna geri dönecektir.
 
Hayvandan insana doğru evrimde çizgi alet kullanıldığında aşılmadı, şempanzeler de alet kullanabiliyor. Çizgi, avcı olduğumuzda, izleri okumayı başardığımızda, öykü anlatabildiğimizde aştık; insan olduk. Tüm dini metinlerin Tarım Devrimi kültürüne uygun ve öykü formunda olduğunu hatırlayın lütfen. Bizim için gelecek takıntısı olmayan zeki bir tür düşünmek çok zordur. İnsan düşüncesi geleceğe açılan düşüncedir ve gelecek de kaçınılmaz olarak Tanrıların alanıdır. Sınırı aştığında tanrılarla karşılaşırsın.
 
İnsansız topluluklarda savaşa en çok benzeyen şey türler arasında değil, tür içindeydi. Avlanma bir savaş değildi.
 
Bize tarih unutturuldu. Bu sayede insanlık tarihi, kültürümüzün tarihine indirgenerek geri kalan %99,7 lik bölüm uzun bir giriş olarak görülüp göz ardı ediliyor. Gözümüzü açmalıyız. Bireysel yetmez, birbirimize öğretmeliyiz, kitlelere ulaşmalıyız. Kısıtlı Rekabet Kanunu, insan için de geçerlidir, doğal seleksiyondan kaçamayız.
 
Kaynayan kurbağa meselini yaşıyoruz. Kültürümüz alttan ısınıyor ve biz kurbağa gibi gülümsüyoruz, artık tehlikeli sınıra çoktan geldik. Neolitik çağın başında dünya nüfusu sadece 10,000,000 kişiydi, hem de 3,000,000 yılın sonunda. İkiye katlanması 19,000 yıl sürmüştü. Daha sonra ikiye katlanması için sırasıyla 5,000 yıl, 2,000 yıl, 1,600 yıl, 1,400 yıl aldı ve İsa'nın doğumu dediğimiz 0. yılda dünya nüfusu 200,000,000 kişiydi. İkiye katlanmalar 1,200 yıl, 500 yıl, 200 yıl, 60 yıl ve derken 1960 larda nüfus 3,000,000,000 kişiydi. 10 - 20 yıl içinde 6,000,000,000 kişiyi bulacağız. Kontrolsüz nüfus artışı dünyayı felakete sürüklüyor. Nüfus kontrol yöntemleri yeterince etkin değildir, etkin olan besin arzının kısılmasıdır.
 
3 aşamalı bir deney yapılıyor. İlk aşamada her gün aynı miktarda yem verilen kafesin içindeki kobay nüfusu bir yere kadar artıp, sabit kalıyor. İkinci aşamada her gün kobayların yediğinden %50 daha fazla yem veriliyor, kobay nüfusu patlıyor, kafes büyütülüyor, nüfus artmaya devam edince sonunda verilen yem miktarı sabitleniyor, kısa sürede nüfus artışı duruyor, nüfus sabitleniyor. Üçüncü aşamada kafese verilen yem miktarı kademeli olarak azaltılıyor ve nüfusun da buna paralel olarak azaldığı gözleniyor. İşte doğal seleksiyon, kıtlıksız, savaşsız... 
 

20 Eylül 2015 Pazar

Paradigmayı hissetmek...


Yukarıdaki kuşun hâlâ kafeste kalmasının sebebi sizce nedir? Kapısı açık, ama çıkmıyor.
 
Belki sahip olduğu kadar özgürlük ona yeterlidir, daha fazlasına ihtiyacı yoktur.
 
Belki kafesin sınırlarını bilemiyordur, gidiyor, gidiyor ama bir türlü kafese ulaşamıyordur. Kafes o kadar büyüktür ki, kafeste olduğunu bile fark edemiyordur.
 
Belki görüş mesafesindeki diğer kuşlar da kafeslerinde mutlu, rahat, "alışmış" görünüyorlardır. Onlar gibidir, öyle olduğu için temizlik ve bakımı onlar gibi yapılıyordur. Farklı olursa başına neler gelebileceğini hayal bile edemiyordur.
 
Belki her gün gördüğü veya görebileceği gerçekler o kadar tanıdık geliyordur ki, fark etmiyordur. Öyle ya her gün İstanbul'dayız ama en son ne zaman Ayasofya'yı gördünüz? Anıtlar (gerçekler) turistler içindir! Dışardan bakanlar daha kolay görür, buna isim de veririz: İşletme körlüğü..
 
Belki kafesin dışı için kuşa öyküler anlatılmıştır, daha önce çıkıp başarısız olanlar gösterilmiştir, hatta deneme fırsatı bile verilmiştir. Bilir ki kafesten çıkarsa başına kötü bir şeyler gelecek, korkar..
 
Belki anası, babası, iş arkadaşları, okulu ona hep bunu anlatmıştır. Kültür, sonraki nesle aktarılanların tümüdür. Sadece eski paradigmayı anlattıysak yenisini gözünde nasıl canlandırabilir ki?
 
Belki de sahip olduklarını feda etmeye kıyamadığından değil, sadece ötekini kucaklayamadığı için çekiniyordur. Yardım edilip, yol gösterilse, desteklense pekâlâ başarılı olabilir ama bunun farkında değildir.
 
Belki de uçmayı bilmediği halde "diğerlerini taklit ederek" uçabileceğini sanıyordur. Kafesten atlar, uzun bir mesafe boyunca aslında düştüğü halde uçtuğunu sanar, tam başardım derken yere çakılır.
 
Belki de bu kuş tavuktur, aslında kafesten çıksa bile kurtuluşu yoktur... 

İSMAİL / Daniel Quinn / 1992 / kitap özeti ve yorumlar

1992 tarihli Daniel Quinn' in kitabında evrimden, yaratılışa; sürdürülebilirlikten paradigmaya uzanan bir yelpazede doğru bildiklerimiz sorgulanıyor. Kendi yorumlarımı italik dizdim.

Öncelikle bir "samimi dünyaya değiştirme arzusu" aranıyor. Öğretmenin milliyeti, dini, siyasi görüşü falan yok, hatta insan bile değil! İsmi özellikle İsmail seçilmiş; İbrahim Peygamber Allah uğruna kurban etmek istediği büyük oğluna İsmail adını verir. Orijinal dilinde (Ishmael) "Tanrı duydu" anlamındadır. Arap soyu İsmail'den, Yahudi soyu kardeşi İshak'tan gelir.

Bu kitaptaki temel kırılma anı MÖ 8000 yıllarında ortadoğuda (özünde Mezopotamyada) başlayan tarıma dayalı kültürel devrimdir. Tüm dinlerde Kudüsten Urfa (Göbeklitepe)' ya uzanan kutsal yollar bu devrimin yaşandığı coğrafyadadır. Kitapta söz edilen Bilgi Ağacı ve Hayat Ağacı figürleri Adem-Havva hikâyesine atıfta bulunur. Göbeklitepe' de uçsuz bucaksız ova üzerinde bir tümsek ve üzerinde tek bir ağaç var. Sebepsiz yere tümsek, koca bir alanda tek ağaç! Avcı-toplayıcı kavimlerin zamanı, en eski arkeoljik kalıntı denilen Stonehedge' ten çok daha uzun yıllar öncesine ait. Avı-toplayıcı kavimler yerleşik bir düzende yaşamıyorken, ilk binayı neden bir tapınak olarak yapmışlar? Koca ovada o koca taşları nereden bulup getirmişler? Acemice yontulan heykellerdeki figürler neden kıbleye dönük ve elleri göbekte birleşmiş namaz pozisyonunda gösterilmiş? Daha hiç bir bilinen peygamber yokken bunu nereden bilmişler? O ağacın altında doğum yapan kadın figürünü kim, neden çizmiş? Yoksa gerçekten Kur'an' da buyrulduğu gibi Rabbim Adem' den beri hep aynı şeyi mi söylemiş? Doğum yapan kadın Havva' mıymış? Zor sorular, üreperten şüpheler...

Bir hayvan neden hayvandır? İnsanı  farklı yapan nedir? İnsan üstün müdür? Neden?
Eğer seni içeride tutanın ne olduğunu keşfedemezsen, dışarı çıkma isteğin zamanla zayıflar.

Bir yalanı tek başına ortaya çıkarırsan büyük bir fark yaratmayabilir. Ama bunu hep beraber yaparsanız fark edilir. Keza bir yalana da böyle kapılırsınız. Herkes gibi davranmak zorunda hissedersiniz. Bu düzende yerini almak istemeyenlere yem verilmez, aç ve yalnız kalırsınız.

İnsanlık tarihinde bu büyük dönüşüm (Tarım Devrimi) toplumları seçime zorladı. Take it or leave it! Al ya da bırak! Böylece yazarın isimlendirmesiyle tarımı seçenler Alanlar, ve seçmeyenler Bırakanlar oldu.
İnsanlık tarihi aslında MÖ 3,000,000 yılına kadar uzanıyor, bu tarihten kabaca MÖ 8,000 Tarım devrimine kadarki dönemde tüm topluluklar Bırakanlar' dı. Sonra Tarım Devrimi oldu, artan nüfusu sınırlandırmak yerine olanakları artırma yoluna gidildi, derken Çiftçi Kabil (Alanlar), Çoban kardeşi Habil'i (Bırakanlar) öldürerek bu kültürün yayılımını başlattı.

Alanlar' ın kültüründe evrim "insan"ın yaratılışıyla son buluyordu. Neden? Bu kültürde Dünya, İnsan için yaratılmıştı ve İnsan da Dünya'ya hükmetmek için. Peygamberlere büyük bir bağlılık vardı, hepsi meslek sahibiydi, Alanlar kültürüne uygundu. Böylece nasıl yaşanması gerektiğini öğreniyor ve öğretiyorlardı. Burada Hz.Muhammed' i  vurgulamak gerektiğini düşünüyorum. Mesleği ticaretti, Avcı-Toplayıcı Bırakanlar kültürüne uygundu, çok yerleşik sayılamayacak Arap toplumuna gelmişti, İslam'ın yayılmasını istemişti, belki de böylece Bırakanlar çoğalabilecek, Dünya' da sürdürülebilirlik için bir fırsat oluşacaktı...

Evrim süreklidir, doğal seleksiyon biz kabul etsek de etmesek de iş başındadır. Alanlar kültüründe, sonunun felaket olduğunu gördüğü halde henüz gerçekleşmediği için aynı şekilde devam etme eğilimi vardır. Oysa ki rekabetin yasası tüm canlı türleri için olduğu gibi insan için de doğrudur: Diğer canlılarla yeteneklerin elverdiği ölçüde rekabet edebilirsin, ama rakiplerini avlamak suretiyle yok edemez, onların yiyeceklerini ortadan kaldıramaz veya yiyecek erişimlerini engelleyemezsin. Diğer bir deyişle, rekabet edebilir ama savaşamazsın. Bu yasa çeşitliliğe katkıda bulunur. Alanlar, dünyada türlerin yok olmasına yol açıyor, bu çok tehlikeli.. Herkese, her şeye rağmen sadece kendini düşünen bencil bir alt toplum haline gelir, dünyanın ekolojik sonunu  hızlandırır.

40,000 kişilik bir toplum ve 30,000 kişiye yetecek kadar yiyecek kaynağı olsun. Bakiye 10,000 kişi için gıda yardımına başlarsanız "akut açlık" sorunu "kronik açlık" haline gelir. Çünkü karnı doyan 40,000 kişi seneye belki de 45,000 kişi olacaktır ve bu defa yardım edilmesi gereken 15,000 kişiyle karşılaşırsınız. Çözüm doğal seleksiyon olabilir mi? Çözüm gıda yardımını ille de "nüfus planlamasıyla birlikte" yapmak olabilir mi?

Eski ve Yeni Ahitte yaratılış hikâyesinde Bilgi Ağacı (kimin yaşayıp kimin öleceği bilgisi) ve Hayat Ağacı anlatılır. Kitabın kurgusunda Bilgi Ağacının meyvesi yendiğinde Alanlar, yenmediğinde Bırakanlar kültürü oluşacaktır. Hayat Ağacı, diğer türlerle birlikte doğal seleksiyona tabi olarak eşit şartlarda yaşamayı temsil eder. Aslında Adem' in Bilgi Ağacını tercih etmesi alanlar kültürü için iyi bir şey olduğu halde Kutsal Metinlerde hep Düşüş (Yükseliş olması beklenirdi...) olarak anlatılır.

Aynı Metinlere Alanlar' ın gözünden değil, Bırakanlar' ın gözünden bakalım. İnsanların doğal rutininde değil de, tarım düzeninin iş bölümü içinde yaşamak zorunda olmasını bir "ceza" gibi algılıyorlar, anlayamıyorlar. Üstelik bunun kendilerine diretilmesini de garip karşılıyorlar. Onların gözünde Adem'in (=insan demektir) düşüşüyle birlikte insanlar iyiler (çobanlar) ve kötüler (çobanları öldürmeye çalışan çiftçiler) olarak ikiye ayrılmıştı. Adem' i baştan çıkaran şehvet değildi, Havva (=Hayat demektir) ile yaşama arzusuydu. Ancak çiftçilerin aksine çoban olan Sami kavminde cinsiyetler arasındaki dengesizlik tehlikeliydi. 100 erkek ve 1 kadın, 100 bebek anlamına gelmez ama 1 erkek ve 100 kadın için bu olasıdır. Çiftçiler bu durum ortaya çıktığında dünyayı yağmalayarak ekilebilir alanı büyüterek çözüm buluyordu. Sami kavmiyse kız çocuklarının fazlasını toprağa diri diri gömüyordu... uzun zaman bunu sadece zalimlik olarak düşünmüştüm, şimdiyse anlıyorum ki soyun devamı için bulunan bir yöntemmiş.. Yani Adem meyveyi kabul ettiğinde sınır tanımadan yaşamanın cazibesine yenik düşmüş oldu. İşte bu yüzden ona meyveyi sunan kişiye Havva = Hayat denmiş.

Tüm dinlerde düşüş özünde bir itaatsizlik örneği. Masumiyetin yitirilişi olarak görüyorlar. İnsanoğlu iyi ve kötü arasındaki farkı keşfedene kadar masumdu. O bilgiye eriştikten sonra (Kabil' in, Habil' i öldürmesi bilinen ilk günahtır) düşkün bir varlık oldu. Bu gözle bakıldığında; insan asla tanrıların dünyayı yönetmek için kullandığı bilgiye sahip olamayacak ve eğer bu bilgiyi ele geçirmeye kalkışırsa, aydınlanmayla değil ölümle karşılaşacak (tüm dinlerde mahşerle ifade edilen zorunlu toplu ölüm ve ikinci hayat müjdesini hatırlayın). Adem, soyumuzun değil, kültürümüzün atasıdır!

Son derece kısa hafızalı toplumlara dönüşüyoruz, bunu isteyerek değil, farkında olmadan yapıyoruz. Çoğumuz için tarih 1900 lü yıllarda falan başlıyor. Böylece alternatif Bırakanlar kültüründen giderek kopuyoruz. Alanlar nesneler hakkında faydalı bilgiler toplarken (bilim) Bırakanlar insanlar hakkında topluyor.

Gerekenden daha fazlasına sahip olmanın ne faydası var?
Bahçede iki tane ağaç var; biri bizim, biri tanrıların. Tanrılarınki İyinin ve Kötünün Bilgisini Taşıyan Ağaç, bizimkiyse Hayat Ağacı. Hayat Ağacını bulmanın tek yolu bahçede kalmak, bahçede kalmanın tek yoluysa tanrıların ağacına dokunmamak...

Bırakanlar' ın yaşam tarzının avcı-toplayıcı olmakla ilgisi yok, diğer canlılara hayatta kalma fırsatı vermekle ilgisi var ve avcı-toplayıcılar gibi tarımla uğraşanlar da bu yaşam tarzını benimseyebilir.

15 Eylül 2015 Salı

Paradigmayı anlamak..

Paradigmayı anlamak...

The Structure of Scientific Revolutions / Thomas Kuhn / 2012 kitabından esinlenerek yazılmıştır.

Thomas Kuhn' a göre bir paradigmaya kafa tutanlar ya çok genç ya da ilgili endüstriye (bilim alanına) yabancı olanlardır. Onlar bu sahadaki kabul gören kuralları kanıksayacak kadar "tecrübeli" değillerdir. Dolayısıyla onlar "sorabilir, sorgulayabilir". Bir paradigmanın değişebilmesi için yerine koyacak bir alternatifin hazır olması gerekir. Eski bir problemin çözümü dahi yeni paradigmanın kabulünü kolaylaştırmaz.

Lavoisier simyayı, kimyaya dönüştürürken "kütlenin korunumu" yasasıyla geldi, paradigma değişmişti ancak kabul görmesi yine de zaman aldı.

Aristo' nun evren kuramında merkezde Dünya vardı, Kopernik, Kepler, Galilei ile merkeze Güneş geldi; paradigma değişmişti.

Newton' un ışık kuramında tanecik vardı, Maxwell ile dalga kuramı geldi; paradigma değişmişti.

Darwin ünlü kitabı Origin of Species' ın sonunda "fikirlerimi çağdaşlarım kabul etmeyecekler ancak arkadan gelen gençlerden umutluyum" der. Max Planck, Scientific Autobiography adlı eserinde "bilimsel bir yeniliğin gerçek değerinin ancak muhalifler ölüp gençler geldiğinde anlaşılacağını" söyler.

Aynı paradigmaya tutunanlar bir kabile gibidir, bu paradigmayla yaşarlar, gençlere bunu öğretirler. Ancak bu "evrim" gerçeğine aykırıdır, çünkü bu şekilde yeni nesil yeni duruma uyma becerisini geliştiremez ve doğal seleksiyon kaçınılmaz şekilde nesli tüketir.

Geleneksel yaklaşımda Stok Yönetimi kavramı vardır. Finansal raporlar biten dönemin hesabını vermek üzerine kuruludur. Bu eski paradigmadır. Eski olması onu kötü veya yanlış yapmaz, sadece şartların değiştiğine vurgu yapar. Ürün çeşitliliği, piyasa ve tedarikte belirsizlik artmıştır, artık arz talepten fazladır ve dolayısıyla müşteri kraldır. Artık sınırsız kapasite, deterministik satış veya süre tahmini kullanamayız. Buna  "Gider Dünyası" diyelim. Ana fikri tasarruf yapmaktır, birim maliyeti düşürmektir.

Alternatif yaklaşımı "Gelir Dünyası" olarak isimlendirelim. Bu dünyada belirsizlik vardır, çeşitlilik vardır, müşteri kraldır, yani değişen dünya şartlarına uygundur. Kapasiteler sınırlıdır, kısıtlı kaynakların verimli kullanımı gerekir. Ana fikri geliri artırmaktır. Artık Stok Yönetimi değil, Akış Yönetimi kavramı vardır. Raporlamalarda geleceğe dönük işletme katındaki güncel kararlara katkı aranır.

Deepak Chopra hayatın akış olduğunu söyler. Affluere kelimesi Latincedir, kökeninde flow (akım) kelimesi vardır. Currency (nakit, para) kelimesi kökeninde current (akım) vardır.

Disiplinler arasındaki ilişkilere ilginç bir örnek Ohm Kanunudur: Akım = Potansiyel / Direnç.
İş dünyasındaki kavramlara benzetmeye çalışalım; potansiyel doğal olarak kâr fikrine karşılık gelir; direnç ise yatırımlara (yatırım yapmanın zorluğu dirençtir).. Bu durumda akım = ROI (return on investment) olur!

Resimde ördek mi gördünüz, yoksa tavşan mı?

Balık için su neyse bizim için de paradigma odur. Yeni paradigmayı gençlere aktaramazsak doğal seleksiyona yeniliriz.

14 Eylül 2015 Pazartesi

amazon review: The structure of scientific revolution / Thomas Kuhn / 2012

The Structure of Scientific Revolutions: 50th Anniversary Edition
The Structure of Scientific Revolutions: 50th Anniversary Edition
Thomas Kuhn, 2012
A deep analysis. I found it not "an easy read" due to terms, philosophic content.
Anyway it is a very good observation of how science is evolving; ie with scientist and against scientists!
It defines paradigm as "water to fish" and claims only someone from outside the current paradigm can attempt to challange it.
Surely, he will not be welcome by current paradigm population..

amazon highlights: The Structure of Scientific Revolutions / Thomas Kuhn / 2012


Their achievement was sufficiently unprecedented to attract an enduring group of adherents away from competing modes of scientific activity. Simultaneously, it was sufficiently open-ended to leave all sorts of problems for the redefined group of practitioners to resolve. Achievements that share these two characteristics I shall henceforth refer to as ‘paradigms,’ a term that relates closely to ‘normal science.’

 

To be accepted as a paradigm, a theory must seem better than its competitors, but it need not, and in fact never does, explain all the facts with which it can be confronted. “Truth emerges more readily from error than from confusion.” When, in the development of a natural science, an individual or group first produces a synthesis able to attract most of the next generation’s practitioners, the older schools gradually disappear. Those unwilling or unable to accommodate their work to it must proceed in isolation or attach themselves to some other group.

 

The success of a paradigm—whether Aristotle’s analysis of motion, Ptolemy’s computations of planetary position, Lavoisier’s application of the balance, or Maxwell’s mathematization of the electromagnetic field—is at the start largely a promise of success discoverable in selected and still incomplete examples. Normal science consists in the actualization of that promise, an actualization achieved by extending the knowledge of those facts that the paradigm displays as particularly revealing, by increasing the extent of the match between those facts and the paradigm’s predictions, and by further articulation of the paradigm itself.

 

Finally, the Principia had been designed for application chiefly to problems of celestial mechanics. How to adapt it for terrestrial applications, particularly for those of motion under constraint, was by no means clear. Presumably their techniques and those of the Principia could be shown to be special cases of a more general formulation, but for some time no one saw quite how.

 

Normal science is a highly determined activity, but it need not be entirely determined by rules. That is why, at the start of this essay, I introduced shared paradigms rather than shared rules, assumptions, and points of view as the source of coherence for normal research traditions. Rules, I suggest, derive from paradigms, but paradigms can guide research even in the absence of rules.

 

The community’s paradigms, revealed in its textbooks, lectures, and laboratory exercises. By studying them and by practicing with them, the members of the corresponding community learn their trade. They can agree in their identification of a paradigm without agreeing on, or even attempting to produce, a full interpretation or rationalization of it. In short, though quantum mechanics (or Newtonian dynamics, or electromagnetic theory) is a paradigm for many scientific groups, it is not the same paradigm for them all. A revolution produced within one of these traditions will not necessarily extend to the others as well.

 

These hint what our later examination of paradigm rejection will disclose more fully: once it has achieved the status of paradigm, a scientific theory is declared invalid only if an alternate candidate is available to take its place. The decision to reject one paradigm is always simultaneously the decision to accept another, and the judgment leading to that decision involves the comparison of both paradigms with nature and with each other. Almost always the men who achieve these fundamental inventions of a new paradigm have been either very young or very new to the field whose paradigm they change.

 

In both political and scientific development the sense of malfunction that can lead to crisis is prerequisite to revolution. The new theory might be simply a higher level theory than those known before, one that linked together a whole group of lower level theories without substantially changing any. Today, the theory of energy conservation provides just such links between dynamics, chemistry, electricity, optics, thermal theory, and so on. A second class of phenomena consists of those whose nature is indicated by existing paradigms but whose details can be understood only through further theory articulation. The differences between successive paradigms are both necessary and irreconcilable. The reception of a new paradigm often necessitates a redefinition of the corresponding science. Some old problems may be relegated to another science or declared entirely “unscientific.” Since no paradigm ever solves all the problems it defines and since no two paradigms leave all the same problems unsolved, paradigm debates always involve the question: Which problems is it more significant to have solved?

 

Far more clearly than the immediate experience from which they in part derive, operations and measurements are paradigm-determined. It is only after experience has been thus determined that the search for an operational definition or a pure observation-language can begin.

 

In so far as he is engaged in normal science, the research worker is a solver of puzzles, not a tester of paradigms. Though he may, during the search for a particular puzzle’s solution, try out a number of alternative approaches, rejecting those that fail to yield the desired result, he is not testing the paradigm when he does so. Instead he is like the chess player who, with a problem stated and the board physically or mentally before him, tries out various alternative moves in the search for a solution. These trial attempts, whether by the chess player or by the scientist, are trials only of themselves, not of the rules of the game. They are possible only so long as the paradigm itself is taken for granted. Therefore, paradigm-testing occurs only after persistent failure to solve a noteworthy puzzle has given rise to crisis. And even then it occurs only after the sense of crisis has evoked an alternate candidate for paradigm. In the sciences the testing situation never consists, as puzzle-solving does, simply in the comparison of a single paradigm with nature. Instead, testing occurs as part of the competition between two rival paradigms for the allegiance of the scientific community.

 

The difficulties of conversion have often been noted by scientists themselves. Darwin, in a particularly perceptive passage at the end of his Origin of Species, wrote: “Although I am fully convinced of the truth of the views given in this volume . . . , I by no means expect to convince experienced naturalists whose minds are stocked with a multitude of facts all viewed, during a long course of years, from a point of view directly opposite to mine. . . . [B]ut I look with confidence to the future,—to young and rising naturalists, who will be able to view both sides of the question with impartiality.” And Max Planck, surveying his own career in his Scientific Autobiography, sadly remarked that “a new scientific truth does not triumph by convincing its opponents and making them see the light, but rather because its opponents eventually die, and a new generation grows up that is familiar with it.”

 

Still, to say that resistance is inevitable and legitimate, that paradigm change cannot be justified by proof, is not to say that no arguments are relevant or that scientists cannot be persuaded to change their minds. Though a generation is sometimes required to effect the change, scientific communities have again and again been converted to new paradigms.

 

Probably the single most prevalent claim advanced by the proponents of a new paradigm is that they can solve the problems that have led the old one to a crisis. When it can legitimately be made, this claim is often the most effective one possible. In the area for which it is advanced the paradigm is known to be in trouble. That trouble has repeatedly been explored, and attempts to remove it have again and again proved vain. “Crucial experiments”—those able to discriminate particularly sharply between the two paradigms—have been recognized and attested before the new paradigm was even invented.

 

The claim to have solved the crisis-provoking problems is, however, rarely sufficient by itself. Nor can it always legitimately be made.

 

If we can learn to substitute evolution-from-what-we-do-know for evolution-toward-what-we-wish-to-know, a number of vexing problems may vanish in the process.

 

A paradigm is what the members of a scientific community share, and, conversely, a scientific community consists of men who share a paradigm. The members of a scientific community see themselves and are seen by others as the men uniquely responsible for the pursuit of a set of shared goals, including the training of their successors. While learning to identify forces, masses, and accelerations in a variety of physical situations not previously encountered, the student has also learned to design the appropriate version of f = ma through which to interrelate them, often a version for which he has encountered no literal equivalent before.

The law-sketch, say f = ma, has functioned as a tool, informing the student what similarities to look for, signaling the gestalt in which the situation is to be seen.