seyahat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
seyahat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Şubat 2025 Cumartesi

Mısır’da iş ortamı…


Yaklaşık beş aydır Mısır’da büyük ölçekli bir hazır giyim grubunda çalışıyorum. Akdeniz sahilinde, Süveyş Kanalının girişinde yer alan Port Said şehrinde yaşıyorum. Şehir kanal sayesinde İstanbul’a benzer şekilde Asya (Port Fuad) ve Afrika (Port Said) kıtaları üzerinde konumlanıyor. Denizde gece-gündüz çok sayıda geminin tek sıra halinde kanala ilerlediği veya kanaldan ayrıldığı görülebiliyor. Tecrübelerimi bireysel, firma ve ülke ölçeğinde paylaşmak istedim. Önceki yazıya buradan ulaşabilirsiniz.

Bireysel açıdan...

Senelerce ihracat yapan büyük firmalarda çalışmama rağmen Türkiye’deyken dünyanın küçük olduğunu hissetmemiştim. Burada tuhaf şekilde global hissini alıyorum. Bir toplantıda Mısır şirketinin Türk yöneticisi ve Filipinli müşteri temsilcisi, Amerikalı müşterinin İsrailli acentesi ve acentenin Hong Kong’lu kalite müdürü ve Hint inspektörüyle bir araya geldik. Her akşam otele dönerken arabada bir Mısırlı, bir Türk, bir Filipinli ve bir Hint şeklinde fıkra tadında seyahat ediyoruz.

İngilizce bilen mühendis veya müdür çalışanlar aracılığıyla iletişimdeyim. Lisandan öte kültür farkı nedeniyle sorun çıkıyor. Örneğin kendinize yol açmak için elinizle gayret ettiğinizde önce “dokunma” sorunu, sonra da “elinin tersi” sorunu yaşanıyor. Kadınlara değmeyeceksin kuralı tamam ama aslında erkekler de temastan hoşlanmıyor. Sokakta veya fabrikada tanımadığınız insanlar selam verdiğinde almanızı, ellerini uzattığında tokalaşmanızı bekliyorlar. Hijyen çoğu zaman kafanızı kurcalıyor. Sürekli klimalı ortamlar nedeniyle alerji veya klima kaynaklı bakteri-virüs teması var, Türkiye’de zorunlu olmayan çok sayıda aşıyı tedbiren yaptırmama rağmen sık sık nezle-grip-soğuk algınlığı sorunu yaşıyorum.

Güzel bir apart otelde konaklıyorum, evde kalmaya nazaran çok daha steril ve pratik oluyor. Dışarıda McDonald’s gibi standart yerlerde veya yakın çevremin önerdiği bilinen yerlerde yemek yiyorum. İş yerindeki bir diğer arkadaşım oteldeki odasında yer alan buzdolabı, ocak, mikro dalga, mutfak sayesinde Türk işi yemek yapabiliyor. Şehirde bilinen bir kuru temizlemeciyle kirli çamaşır sorunu çözülüyor. Arzu edenler için bira alınabilecek yerleri şoförler biliyor. Etrafta kahve-nargile mekanları var, sahil boyunca konteynerin alt tarafı mutfak ve üst tarafı teras düzenlemesiyle irili ufaklı plaj büfeleri bulunabiliyor.

Toplu taşıma neredeyse yok, dolmuşlar var, zor şartlarda seyahat ediliyor. Taksiler çok eski, bakımsız ve 25 EGP (Egyptian Pound) gibi neredeyse tek tarifeyle çalışıyor. Dolar kuru kabaca 50 EGP ve sabit seyrediyor, TL kuru 0,70 gibi görünüyor. Döviz bozdurma işi zahmetli, kimlik fotokopisi evrak vb istenebiliyor, dolar almak her zaman kolay değil. Kredi kartları düzgün çalışıyor. Modern ürünler içeren temiz marketler, toplu alışveriş marketleri veya pazar yerleri geniş seçenek sunuyor. Uber ve InDrive adında mobil ulaşım seçenekleri var, yemek sepeti veya hepsiburada tarzında alışveriş siteleri kullanılıyor.

Ülkeye gelirken uçakta göçmen kartı dolduruluyor, girişte 25USD vize ücreti ödeniyor, iki şişe yüksek alkollü içkiye izin veriliyor. İki ayda bir çıkış yaparken yaklaşık 30USD vize aşım ücreti ödüyorum. Son işyerinden alınacak referans yazısı, il ticaret odası ve valilikte apostil edildikten sonra Hidiv Kasrı’ndaki Mısır elçiliğinden oturum izni için başvurulabiliyor. İzin için dört ay kesintisiz Mısır’da kaldığınız pasaport üzerinde belgelemeniz isteniyor. Böylece Türkiye’den çıkarken yurt dışı çıkış harç pulu, giriş vize ücreti ve vize aşım ücreti ödemenize gerek kalmıyor.

Altın takıya pek hoş bakılmıyor. Aksesuar olarak saat çok önemli ama zamanın maalesef hiç değeri yok, işler çok yavaş ilerliyor ve buna alışkınlar. Dahili yayınlarda, arabalarda, kahvelerde sürekli Kur’an yayını var. İş saatlerinde dahi namaz vakitleri geldiğinde birisi yüksek sesle ezan okuyor ve üç kişi birlikteyse biri imam oluyor (cemaat). Kimi zaman arkadaş arabasında veya otelin havuz başında Arapça pop şarkı çalınıyor ve senelerce Arapçayı sadece Kur’an olarak kabullenen benim gibilerde tatlı bir şaşkınlık yaşanıyor.

Şirket açısından...

50.000 adet/gün ile Mısır’ın en büyük kapasitesine sahip olan önemli bir ihracat firmasındayım. QIZ (Qualified Industrial Zone) içinde yer alan 15 ayrı fabrikadan oluşan kumaş depoları, kesim, dikim, lazer, yıkama, ütü-paket tesislerinden oluşan çok ciddi bir yapılanma var. Zaman içinde büyürken bölgenin sınırlı alanı nedeniyle birbirine yakın çok sayıda binadan oluşuyor. Binalar arasındaki malzeme hareketleri için ayrı bir departman var, muhasebe bağlantılı olarak taşıma yapılıyor, hava-yol-ekipman şartları nedeniyle %2-3 mertebesinde ikinci kalite söz konusu oluyor. Çok katlı binalar, binalar arası geçişlerle birleştirilen alanlar var.

QIZ yapısında hammaddenin %30 İsrail menşeili olduğu belgelendiği takdirde ABD’ye girişte %16-30 arasında vergi istisnası var, Amerikalılar bölgede İsrail’e komşu olan Mısır ve Ürdün’de bu bölgeleri kurarak ticaret ortamını hazırlamışlar.

Müşteriler işlerin yavaş olduğu bilinciyle temel ürün gruplarında senelik programlarla sipariş yerleştiriyor, uzun termin veriyor, gecikme halinde ceza uyguluyor. Kalite sorunları olacağı bilinciyle sıkılaştırılmış AQL (Acceptable Quality Level) yöntemini minör hata olmadan, üründe bölge ayrımı yapmadan %1 ila %2,5 majör hata sınırıyla uyguluyorlar. Sosyal ve çevre uygunluk konularında Türkiye’deki gibi ciddi bir denetim ve takip mekanizması yok, haksız rekabete konu olacak ölçüde kolay belgelendirme servisi alınabiliyor. Türkiye’de çevresel uygunluk kapsamında konuşulmayan parça boya siparişleri büyük adetlerle verilebiliyor.

Tek bir model ve iki ayrı yıkamadan 800.000 adetlik siparişler görülebiliyor. Dolayısıyla bant bir sefer rayına oturduğunda sürekli ve düzenli üretim, tekrara dayalı öğrenme sayesinde AQL %1 seviyesinde geçecek kaliteye ulaşılabiliyor. Küçük adetli siparişlere çok temkinli yaklaşıyorlar, dolayısıyla QIZ avantajının da etkisiyle genellikle Amerikan müşterilere servis veriliyor. 

Çok fabrikalı yapılarda tuhaf şeklinde “izole adalar” durumu görülüyor. Tüm yöneticiler her şeyi çok iyi bildikleri için kimse yan tesiste benzer işin nasıl yapıldığına bakmıyor, dolayısıyla iyi uygulamaları yaygınlaştırmakta çok gecikiyorlar. Alfabe ve lisan farkı nedeniyle sektördeki gelişmeleri yakından takip konusunda Türkiye kadar hızlı değiller. Tekstil-hazır giyim teknolojisinde kabaca 20 yıl, temel mühendislik-yönetim bilimlerinde kabaca 30 yıl gerideler. Örneğin yıkamaların çok büyük kısmında otomatik dozaj sistemi yok, kesimhanelere otomatik kesici (cutter) yeni giriyor, planlamalar hala excel üzerinde yapılıyor, prim sistemlerinin çoğu zaman bir dayanağı yok, kalite yönetimi – yetenek yönetimi – bant dengesi gibi temel konularda büyük eksikler var.

Doğru bilgi almakta çok sıkıntı çekiliyor, inkar yaygın, dolaylı anlatım biçimi sevildiği için benim gibi doğrudan olanlara hayat zorlaşıyor. Çok fazla konuşuluyor, hatta kimi zaman konuşmaktan iş yapacak zaman kalmayabiliyor. Hiyerarşi fikri neredeyse kast örgütü kadar katı olarak iliklerine işlemiş. Bir yerde işçinin bir işi yanlış yaptığını gördüğünüzde işçiye değil, bulabilirseniz ustasına söyleyeceksiniz; ustası işçiye gitmek yerine müdürüne danışmaya gidecek; sonra değerlendirme yapılacak, nihayet karar verip işçiye gittiğinizde iş çoktan bitmiş olacak…

Kendi gözlemime göre işçide bir sorun yok, çoğunu Türkiye’dekilerden hızlı buluyorum ama usta ve müdürlerde “değişime direnç” özelinde büyük sıkıntı var. Uygun bir sistem kararlılıkla uygulanırsa başarılı olunacağını düşünüyorum. Uygun ve kararlılıkla dediğinizde Türk yönetici (bant ustası seviyesine kadar) ihtiyacı ortaya çıkıyor. Burada dört tip Türk profili ayırt edebildim. Birincisi satın almaya gelenler, ikincisi satmaya gelenler, üçüncüsü üretime gelenler, dördüncüsü çalışmaya gelenler. Çalışmaya gelenleri kendi içinde ikiye ayırıyorum: birincisi araziye uyanlar (zaman dolduralım, ne kadar uzun sürse kardır) ve ikincisi başarmaya gelenler…

Ülke açısından...

Küresel anlamda hazır giyim siparişleri Mısır’a akıyor. Mısır’da örme ve denim çok yaygın, kumaş fabrikaları açılmaya başlamış. Trikoyu çok duymuyorum, fırsat olabilir. Mısır’a gelen siparişler büyük ölçekli olduğu için kapasite önem kazanıyor. Dolayısıyla yüksek kapasiteli şirketler neredeyse pazarlama yapmadan ve hatta gelen müşterileri/siparişleri seçerek çalışabiliyorlar. Kurumsal kimlik, müşteriye sunum hatta fabrikaları gezdirme tarzına varıncaya kadar Türkiye’dekine çok daha amatör bir yapı var.

Ülkeye yabancı yatırımcı akını var. Çinliler, Bengaller, Sri Lankalılar ve tabii ki Türkler geliyor. Türk yatırımcı sayısının 1700 olduğu konuşuluyor. Yabancı yatırımcılar, kendi ülkelerindeki fabrikalarını söküp buraya taşıyor veya tamamen yeni ve sürdürülebilir temalı yatırım yapıyorlar, beraberinde disiplin ve eğitim sağlıyorlar. Birkaç sene içinde Mısır’da kapasite paylaşım yapısı önemli ölçüde değişeceğe benziyor. Dolayısıyla Mısır’daki mevcut şirketlerin modernizasyon-sistem-yeni yatırım yapmaları kaçınılmaz görünüyor.

Son artışla birlikte asgari ücret 6000 EGP (130USD), mühendis maaşları 7000 EGP ve Türkçe tercüman maaşları 15000 EGP seviyelerinde. Türk yatırımcılarla birlikte Türkçe tercümanlar, İngilizce bilen inspektörler kıymete bindi, iş değiştirmeler ve tarife artışları yaşanıyor. Aynı zamanda burada çalışan Türk yöneticiler için de iş değiştirme alternatifleri çoğalıyor. Diğer yandan senelerce İngilizce bilen Tekstil Mühendisi kariyeri artık Arapça bilen Endüstri Mühendisine doğru evriliyor, Gaziantep-Şanlıurfa-Mardin yörelerinden Arapça bilen ustalara ve hatta konfeksiyon görgüsü olan Suriyelilere olan ilgi artıyor.

Yıl sonunda Mısır hükümetinin ihracattaki vergi iadesini %10’dan %3’e düşürmesi sektörde önemli bir çalkalanmaya neden oldu. Bazı firmaların 2024 ikinci yarıya dair ödemelerin azalması nedeniyle batması gündeme geldi. Bu durumda bazı siparişlerin sürpriz şekilde ayakta kalan diğer firmalara devri söz konusu olabilir. Vadeli satışı yapılan yazılım-makine-ekipman gibi yatırım ürünlerinin tahsilatlarında gecikmeler veya aksamalar görülebilir.

Her şeye rağmen önemli ve heyecanlı bir deneyim olduğunu söylemeliyim. Asla kolay değil ama zoru başarmanın keyfi sahiden paha biçilmez.

Mısır’da hayat…

Daha önce tecrübelerimi bireysel, firma ve ülke ölçeğinde paylaşmıştım. Bu sefer hayatın olağan akışına dair yazmak istedim. Bunlar eleştiri değil, sadece farklılıkların belirtilmesidir.

İnsanlar...

Yoksulluk hissedilir boyutta ancak hayata küskün değiller. Çok sevindiklerinde veya kızdıklarında yüksek sesle reaksiyon veriyorlar. Kadınlar için tek korunma/savunma aracı avazı çıktığı kadar bağırmak… Yeni mağaza açılışlarında veya apartmandan biri evleniyorken civarı ışıklarla süslüyorlar. Yol kenarlarına kalp şeklinde ışıklı panolar yerleştirip isimlerini yazdırıyorlar. Her şeyin cayırtılısı daha makbul.

Bir trafik kazasından sonra bacağından operasyon geçiren beyaz tenli, mavi gözlü, Arapça-İngilizce-Almanca konuşan modern bir arkadaşım var. Taburcu olurken bir ayağının dışa baktığını fark ediyor, doktoru bunu “olağan” karşılayınca 8 ayrı doktora görünüyor ve her biri başka bir şey diyerek tekrar ameliyat önerince soluğu Almanya’da alıyor. Almanya’da 4 ayrı doktora görünüyor ve dördü de aynı gerekçeyle “ameliyat gerekmez, bununla yaşamaya alışmalısın” diyor. Kimi zaman coğrafya gerçekten kaderimiz oluyor.

Sinemanın fuayesi, salonu, ses-görüntü sistemleri son derece düzgün ama tuhaf şekilde salona tek başınıza giremiyorsunuz, bir teşrifatçı size yerinizi gösterinceye kadar girişte bekliyorsunuz, bahşiş gerekmiyor. Fast Food tarzı lokantalarda elle yemek yerken eliniz kirlenmesin diye poşet eldiven veriyorlar, bir sıra numarası alıp masanıza gidiyorsunuz, sipariş hazır olunca biri getiriyor. Nargile salonları çok popüler, önce dev ekranda canlı Kâbe seyrediliyor, bir zaman sonra futbol maçına değişiyor. Nargileyle birlikte servis edilenler çeşitli sertlikte tütün hatta daha ağır otlar olabiliyor.

Başı açık olanlar var, bizdeki gibi kapalı olanlar var, çarşaflı olanlar hatta peçe takanlar, eldiven kullananlar dahi var. Kadın bant ustaları, departman amirleri, beyaz yakalı yöneticiler var. Kahire havaalanında İstanbul uçuşu için sıradayken gelen görevli sırayı kadın-erkek olarak ikiye ayırdı ve kadınların tamamı girene kadar erkekleri bekletti. Ülkedeki Hıristiyan nüfusun kiliseleri güzel ve bakımlı. Kilise ve camilerin taş işçiliği güzel.

Biz, takvayı kul ile Allah arasında biliriz ama burada bunun bile gösterişi var. Seccadeye taş koyarak alnında yara izi yapan ve bu izle gurur duyanlar var. Umreye giderken Kahire Havaalanının tuvaletinde soyunarak ihrama girmeye çalışanlar var. Cuma namaz saatinde kalabalık cemaat olması güzel ancak anlayamadığım bir sebeple çok bağırtı var. İşyerindeki masalarda, arabalarda her yerde Kur’an var, sürekli Kur’an okunuyor ancak sıradan insanların günlük Arapça seviyesinin Kur’an’ı anlamaya yetmediği söyleniyor.

Trafik...

Afrika’dan Asya kıtasına feribotla geçiş ücretsiz. İstanbul Boğazına göre daha kısa bir mesafe. Etrafta en çok Çin, Kore, Japon arabası görüyorum. Arabaların, özellikle taksilerin çok büyük kısmı Hyundai ve olağanüstü eski, bakımsız halde. Taksimetre uygulaması yok. Kabaca şehrin tamamında tek bir indi-bindi parası var, bize göre fiyat uygun. Avrupa’dan gelen ikinci el arabalar burada satılıyor, Alman plakalarının üzerine Mısır plakası çakılıyor. Ancak lüks Avrupa arabaları da oldukça çok. Servis ve yedek parça kolaylığı nedeniyle uzak doğu arabaları hala daha mantıklı görünüyor.

Trafiğin anlaşılır bir akışı yok. Sinyal neredeyse kullanılmıyor. Ters yönden gelene rastlanılıyor, yolun sol şeridinden birdenbire duran araçlar var. Genel olarak “aman ha” tarzında korna çalıyorlar, öyle öfkeyle kornaya basana rastlamadım. Çoğu zaman kornaya basılmazsa arabanın veya motorun hareket edemediğini düşünüyorum.

Motora binenlerin, polisler de dahil, hiçbirinde kask göremedim. Hiçbir koruyucu ekipman kullanılmıyor. Motor kullanırken sürekli telefonla konuşan, kahve içen, sigara içen, arkasındaki iki artçıya bakarak sohbet eden sürücüler var. Motorlar eskimesin diye her yerini naylonla sarıp sarmalıyorlar. Bazı motorlarda plaka yok, kaçak girdiği söyleniyor ama motora hırsız alarmı takılmış! Bu arada alenen yaşlı diyeceğim insanları bisiklete binerken görmek keyif verici.

Geceleri far açmayan çok sayıda sürücü var. Otoyolda HGS tarzı bir sistem yok, Kahire’den Port Said’e giderken defalarca gişeye girip nakit para ödüyorsunuz, bozuk para bekliyorsunuz. Kamyonlar için bariyerle en sağda iki şerit ayrılmış. Kamyonlar da geceleri uzay gemisi gibi rengarenk ışıklanıyor.

Devlet bir gece ansızın engelli plakalarla ilgili teşvik düzenlemesini değiştiriyor. Serbest bölgede bekleyen yüzlerce araç ortaya çıkıyor, araçların değeri yarıya düşünce devletin bunları satın aldığı ve tam fiyatla millileştireceği iddia ediliyor. Sahil boyunca kupon arsa ve binaların ordu eliyle düzenlendiği söyleniyor. Bütün bunlar şehir efsanesi tadında konuşuluyor, bu tarz dedikodu çok yaygın…

Çalışanlar...

Bizdeki gibi aynı anda üç iş yapayım, telefona da bakayım, eposta da takip edeyim gibi bir telaş yok, her seferinde sadece tek bir iş yapılıyor, konuşurken mutlak göz teması var, yan tarafta dünya yıkılsa dönüp bakmıyorlar. 15:30 da gün bitiyor, Cuma günü telefonlar bile neredeyse kapalı oluyor.

İş kanununu henüz İngilizce olarak bulamadım. İşten çıkarmanın zor veya pahalı olduğunu anlıyorum. Belki de serbest bölgedeki teşvik mevzuatı nedeniyle belirli bir sayının altına düşmek istemiyorlar. Sonuçta memnun olmadığınız bir çalışan için genellikle sineye çekmeniz gerekiyor, şanslıysanız başka bir işletmeye devrini sağlayabiliyorsunuz. İstifa edip gitmek mümkün değil, mutlaka eski işvereninizden bonservis almanız isteniyor. Patronun kendine biçtiği rol “ailenin babası” şeklinde, kendini onların babası olarak görüyor, Türkiye’de görmediğim ölçüde vicdanlı bir davranış kalıbı var.

Çalışanlar için bizdeki gibi servis ve ücretsiz yemek uygulaması yok. 30 dakika ara dinlenme içinde sokaklara doluşan seyyar satıcılarından sağlıksız atıştırmalık alıyor veya evden getirdiği bir lokmayı yiyorlar. Bunun için de belirli bir yer çoğu fabrikada yok, sokaklarda yere oturup, arabaların üzerini masa gibi kullanıp yaşamaya çalışıyorlar, çok üzücü.

Bu noktada Avrupa-ABD markalarının sürdürülebilirlik masallarının gerçek yüzünü görüyorum, hiç kimsenin bu ihtiyaç sahibi insanları umursadığı yok! Bengal işçiler var, bir yerlerde yurtta kaldıkları söyleniyor, yabancı markaların bunu görmezden geliyor!

Çalışanların para kazanabilmesi (ve elbette daha fazla üretim) için düzenli fazla mesai yapılıyor, kadınlar 19:00 erkekler 23:00 paydos ediyor. Fazla mesai saatlerinde neredeyse hiç amir yok, bana kalırsa makul bir çalışma da yok ama mesai yapılmadığı takdirde erkeklerin başka bir firmada ikinci vardiyada çalışmaya başladıkları söyleniyor. Başka bir ifadeyle çalışanınızı kaybetmemek için yorgunluktan bayılana kadar çalıştırmanız gerekiyor! Büyük markalar ellerini taşın altına koyup “asgari DEĞİL, yaşanabilir ücret” için öncülük etmeliler.

Daha fazla para vermenin bir diğer yolu da dar bir iş tanımı vererek her türlü ilave iş için “bahşiş = bonus” adı altında keyfi ödeme yapmakmış. Böylece ahlak çöküyor ve müdürlerin eline bakan, sadık fanatikleri oluyor, çete gibi hareket etmeye meyilli oluyorlar.

Daha fazla para vermenin bir diğer yolu da yapamayacağını bilsen dahi verilen ilave sorumlulukları kabul etmekmiş. Bir zaman sonra yapamadığınız belli oluyor ve ilave sorumluluğu sizden geri alıyorlar fakat sorumlulukla birlikte gelen ilave ödeme sizde kalıyor. Şimdi daha az çalışacak, daha az dertlenecek ve eskisi kadar çok para alacaksınız!

Burada neredeyse herkes müdür, genel müdür… Biri kendini tanıtırken falanca firmanın leke temizlik odalarının genel müdürü diyebiliyor, çoğu zaman “senin bir adın yok mu?” demek zorunda kalıyorum. Bana da sürekli “senin görevin ne? Sen kimsin?” soruları geliyor, “ben hiç kimseyim, sadece Utkan” cevabını yetersiz buluyorlar. Bunun birilerine daha yüksek ücret verebilmek için kullanılan bir yöntem olduğunu öğrendim.

Bir diğer yöntem de patrona söylemeden, gizlice, bir iki arkadaşın bir araya gelerek serbest bölge içinde bir yerde küçük bir dikim, yıkama, ütü-paket açmasıymış.

Devletin artan liman yatırımları ithalat – ihracatı kolaylaştırmış. Yine de mevzuat yükü nedeniyle parası ödenmiş bir konteyner dolusu makinayı bir aydır İstanbul’dan hareket ettiremedik.

Küresel dünyada Trump’ın Meksika’dan ithalata 25 puan ek vergi koyması Türkiye’de hiçbir anlam taşımıyorken, Mısır’da ilave kapasite için yarışma başlıyor.

Her gün yeni bir macera…

21 Temmuz 2021 Çarşamba

Vespayla Seferihisar-Kuşadası-Didim-Bodrum seyahatim 2021

Her sene Vespayla orta mesafeli "Memleketimizi Tanıyalım" turu yapıyorum. Bu sene 630 kilometreyi 3 günde gezdim, 142 TL benzin ödedim, 18 litre benzin tükettim. Bir gece Didim'de akrabalarımda ve bir gece Bodrum'da kardeşimde kaldım. Ören yeri girişleri 150 TL tuttu. Sele altına sığan küçük bir çanta ve açılır tarzda tam yüz korumalı bir kask kullandım, turistik ve yazlık bir seyahat oldu :)

İlk durak Kuşadası. 99/1 dönem asker arkadaşlarımdan Mehmet Başimi ile buluştuk. Eski günleri andık, dedikodu ettik. Kuşadasında kadını erkeği, genci yaşlısı sanki herkes motora biniyor, daha önce Türkiye'de bu kadar çok motoru bir arada görmemiştim. Dünyada sadece 3 adet olan minyatür işçiliğe dayalı eserlerin sergilendiği müzelerden birisi Kuşadasındaymış, ziyaret ettim, doğrusu çok emek verilmiş eserler ama insan "neden bununla uğraşmış ki?" diye düşünmeden edemiyor. Otoparkın en güzeli benim Vespam!

 
İkinci durak Dilek Yarımadası Milli Parkı. Toplu taşımayla da ulaşılabiliyor, dolayısıyla ilk bir iki koy genelde kalabalık oluyor. Ben Vespayla sonuna kadar gittim, dördüncü koyda denize girdim, duş-kabin-şezlong vb olanaklar vardı, ortam nezihti, deniz güzeldi. Parkın çıkışında Zeus Mağarası vardı, obruk tarzında bir oluşum, bir şekilde deniz suyuna kavuşmuş. İnsan gibi yürüyüş yolunu takip edenler ancak fotoğraf çekebildi, yoldan çıkanlar burada suya girdiler, Zeus ile yüzdüler :)

Üçüncü durak Doğanbey, Rumlardan kalma eski bir köy. Doğanbey ismi karışıklık yaratıyor, ben şimdiye kadar üç adet Doğanbey sayabildim; birincisi Seferihisar yakınında deniz kenarında, ikincisi Yeni denilen bugünün yerleşim yeri olan Doğanbey ve üçüncüsü Yeni olana yakın Eski denilen hakiki Doğanbey. Köyün içinden geçen yol arnavut kaldırımına benziyor ama çok harap, Vespayla girmek istemedim. Girişe bir otopark ayarlanmış, köye araç girişi istenmiyor. 
   

Eski evler var, orjinaline uygun restore edilerek cafe-restoran-butik otel haline getirilmiş. Gastronomik değeri var ama henüz çok fark edilmemiş. Ayrıca göçmen kuş yolu üzerinde, kuşları izleme noktaları var. Özünde hiç bir aktivitesi olmayan, interneti kısıtlı, şebekesi zayıf olan bu yerde insan sevdiğiyle bir gece kalıp "kendini arayabilir", romantik bir yer. 

  

Puli Cafeyi ve işleten aileyi sevdim, İstanbuldaki çalışma hayatı ve düzeni bırakıp metruk bir eve yatırım yapmak, hem de 3 sene boyunca canla başla çırpınarak bugünkü haline getirebilmek gerçekten büyük bir adanmışlık.

Dördüncü durak Milet antik kenti oldu. Akşam saatiydi, giriş ücreti ödemeye gerek kalmadı. Bir zamanlar deniz kenarında olduğuna insanın inanası gelmiyor. Efes bir kompleksti, sokakları, binaları ile kent havasındaydı. Burada tek bir eser var, sahiden esaslı bir tiyatro. Zindanları var, koridorlarla tribüne çıkılıyor, oturma yerleri taştan minder havasında, ara merdivenler var, sahneyi her yerden aynı netlikte görebiliyorsunuz.

   

Geceyi Didim'de akraba ziyaretiyle taçlandırdım. Ertesi gün sabah erkenden Didim / Apollon Tapınağına gittim. 

Tapınak adeta iki kısımdan oluşuyor, ilk gördüğünüz ihtişamlı ancak yapımının tamamlanamadığı hissediliyor. İçinden geçtiğinizde bir koridorla arka tarafa ulaşıyorsunuz ve sanırım bir tören avlusuna geliyorsunuz.

   

Didimden çıkarak Bodrum'a doğru gidiyorum. Yolda Euromos kazı alanında duruyorum. Önemli bir antik kent ve devam eden bir kazı var. Çalışan arkeologları bir süre izliyorum. Hepimiz çalışıyoruz ama çalışmanın da türlü çeşit formu var sahiden..

   

Milas Havaalanı civarında bir akraba ziyareti daha yapıyorum. Geceye kalmadan Bodrum'a varıyorum, akşam gün batımı için Ortaköyde Pablos Cafe'ye gidiyoruz, yerel üreticiden buğday birası deniyorum, gece kardeşimde kalıyorum. Sabah Yalın Enstitü / Yalçın İpbüken Beyi yazlığında ziyaret ediyorum, bayramlaşıyoruz, laflıyoruz. Aklımda Zeki Müren Müzesi var ama telefon tutucum kırıldığı için telefondan navigasyona sık bakamıyorum, kavşağı kaçırmışım, "başka sefere artık" diyerek yola revan oluyorum. Önümde İncirliin Mağarası var. Yolu bozuk, çok sayıda merdivenle inilip - çıkılıyor, yaz sıcağında zorlayıcı.. Keşke içeride hafif bir epik müzik, bir kaç ışık gösterisi vb olsaydı...

   

Dönüş yolunda Ortaklar mevkiinde Magnesia antik kentinin içinden (!) geçtim, devlet yolu nasıl olduysa kentin ortasından geçiyor. Giriş kapısı geride kaldığı için dönmedim ama "yok artık!" dedirtti sahiden..

16 Ağustos 2020 Pazar

Çorum' da haftasonu....

 
Önce Pazar günüyle başlayacağım. Bu sefer g e r ç e k t e n  uçtum, hem de 900 metre yükseğe, motorsuz, paraglide ile! Olağanüstüydü, pilot Serdar Saçtı (05458658808) çok nazik, bilgili, güven veren ve iyiydi. Hata yaptığımda bile durumu tolere etti, bana bu işi sevdirdi. Bir ara yönlendirme iplerini tutmama izin verdi, rüzgarları, bulutları, kuşların kanat çırpmadan uçuşlarını, göçmen kuşların binlerce kilometrelik yola nasıl dayandıklarını anlattı. Çok rahat bir uçuştu, Mercimek Tepesi / Turhal / Tokat' tan havalandık, yol üzerinde düğün kutlaması yapan iki ailenin yanına konuverdik. İniş beklenmedik ölçüde konforluydu. Hava şartlarını uygun bulmayınca Serdar Bey diğer uçuşu iptal etti. Hararetle tavsiye ederim.

 

Buradan Ballıca Mağarası, Pazar, Tokat' a gittim. Astım ve KOAH hastaları için tedavi edici olduğu bilinen 80 metre derine giden bir mağara. Çok ziyaretçi vardı, çoğu yaşlıydı. Yol üstünde Mahperi Hatun Kervansarayını da ziyaret ettim, açık hava pazarı ve düğün salonuna dönmüş.

 

Buradan da ata binmek için Tokat'a gittim. Sahiden binebilenle benim aramdaki derin farka takıldım. Hobi olarak at besleyen insanları görünce Şampiyon filmini anımsadım. Hediyeliklerimi alıp Çorum'a döndüm.


Şehirde büyümüş bir çocuk olarak köy hayatına ne kadar uzak olduğumu Cumartesi günü Çorum'un Çeşmeören köyüne davet edildiğimde üzülerek fark ettim. Markette görüp doğal halinin neye benzediğini bilmediğim semizotu, hıyar, patlıcan, soğan, fasulye, domates, mısır, karpuz, kavun, sivri biber, dolmalık biberi dalında gördüm, tazecik kopardım. Tarlasından mısır kesip mangalda közledik. Tahta parçalarını yakarak semaverde çay hazırladık, araba farıyla aydınlatarak çay keyfi yaptık. Traktör sürdüm, dilek feneri uçurduk. Geç saate kalmasaydım ata binecektim, inek sağacaktım, ATV ile tarlada gezebilecektim. Davet eden Arslan Torun (05356640210) son derece misafirperver, çok hoş sohbet bir emlakçı, mutlaka tanışın derim, 14 yaşındaki oğlu Şevki şimdiden çiftçi olmuş, 73 yaşındaki babası Şevki Amca hala çalışıyor, son iki dönemin köy muhtarı, şen biraderiyle birlikte çok eğlenceliler. 

9 Ağustos 2020 Pazar

Yörük Köyü

  

İnebolu benim için özel bir yer. 
** Türkiye' de güneşin denizden doğup denize battığı tek yer :)
** İstiklal yoluyla 3 sene gece gündüz, yaz kış, genç yaşlı, kadın erkek cephane nakli var!
** Ersizlerdere adında bir belde var, bu beldeden Kurtuluş Savaşına katılan erkeklerin maalesef hiçbiri geri dönememiş, köy ERkekSİZ kalmış, ismini buradan almış..

İnebolu 'dan İstanbul' a dönerken Kastamonu-Araç ile Safranbolu arasında Yörük Köyünde mola verdim. Bozkırın ortasında yapayalnız bir Bektaşi Köyü. Köy Üniversite gözetiminde koruma altına alınmış. İnsanların ölmeyi bekledikleri, sessiz, huzurlu, serin, sakin türden bir yer. Binalar eski, çoğunun üzerinde "dikkat yıkılabilir" uyarısı var. 

Leyla Gencer, Cemil İpekçi bu köyün çocuklarıymış! Cumhuriyetin köylere kadar uzanan etkisi!!

Burada geometrisiyle dikkat çeken bir çamaşırhane var. 12 imama atfen düzgün onikigen formunda yapılmış. bir yarısının zemininde seviye diğer yarısına göre yükseltilmiş; böylece kısa boylu kadınlar alçak tarafta ve uzun boylu olanlar yüksek tarafta çamaşır yıkayabilmişler. Aynı anda 12 kadın çamaşır yıkarken, ortaya doğru verilen eğim sayesinde kirli sular birbirine karışmadan ortadaki deliğe akıyormuş.
Çamaşır taşa yatırılıyor, deterjan niyetine kül kullanılıyor, arkadaki 3 boy (ihtiyaca göre) kazanda ısıtılan suyla köpürtülüyor ve taşın üzerindeki tokmakla dövülerek yıkanıyormuş.
  
Dağdan taze kaynak suyu sağdaki gibi künk borularla getirilmiş, çamaşırhane girişinde soldaki delikli taş marifetiyle değişik boylardaki (ihtiyaca göre) kurnalara dağıtılmış. Havalandırma için cereyan yapmaması için tek tarafa ve ısınan havanın yükseleceğini düşünerek (aynı zamanda kedi-köpek-böcek girişini zorlaştırarak) çatıya yakın bir yer düşünülmüş. 

2 günlük bir şenlikleri var, köy eşrafından olmak şartıyla kim masraflar için sponsor olursa o senenin Yörük Ağası oluyor, bazıları HanımAğa :)

Bir de konak gezdim, Safranbolu tarzında Harem-selamlık-avlu-cumba tam tekmil..